logo
12 Ekim 2023

Fenomenoloji veya Görüngübilim Açısından Kamu Diplomasisi Üzerine Saf Düşünceler

"Halka açık bir parktayım. Çok uzak olmayan bir yerde bir çimenlik ve çimenlik boyunca sandalyeler görüyorum. Bir kişi sandalyelerin yanından geçiyor. Bu kişiyi görüyorum, onu aynı anda hem bir nesne hem de bir kişi olarak kavrıyorum. Bu ne anlama geliyor? Bu nesnenin bir insan olduğunu söylerken ne demek istiyorum?"

(J.P.Sartre, Das Sein und das Nichts. Hamburg, 2000, s. 459)

Fenomenoloji veya görüngübilim (Osmanlıca: zahiriye), Edmund Husserl tarafından kurulan 20. yüzyılın önemli bir felsefi akımıdır. Jean-Paul Sartre, Martin Heidegger’in ve Michel Foucault’nun da bu akımdan etkilendiği bilinmektedir. Husserl tüm gündelik, bilimsel ve felsefi bilginin temelini her türlü önyargılı düşünceden tutarlı bir şekilde vazgeçmekte arar. Deneyimin yapılarını, örneğin doğa bilimleri gibi diğer disiplinlerin teorilerine, türetmelerine veya ön kabullerine başvurmadan tanımlamaya çalışır. Husserl'in çıkış noktası, salt gizemden tamamen kopuk, radikal biçimde önyargısız bir biliş idealidir. Bu bilişe, bilimsel anlamda anlaşılabilir ve nesnel olması için yöntemsel olarak ulaşılmalıdır. Nesnellik iddiası her zaman ilgili deneyimsel duruma bir mesafeyle sonuçlanmalıdır ki, bu da kendini özneye yakınlık eksikliği olarak ifade eder. Ancak bir şeyi "canlı" ya da "ete kemiğe bürünmüş" olarak deneyimleme imkânı olmadan, bu durum benim için bilinmezdir. Böylece, "deneyimlerimde, yaşantılarımda ya da düşüncelerimde karşılaşabileceğim her şeyle, deneyimlenen, yaşanılan, düşünülen şeyin orijinal olarak- Husserl 'orijinal olarak' diyor- deneyimimin, yaşantımın, düşüncemin periferisinde ortaya çıktığı ya da orijinal bir şekilde onda ortaya çıkabileceği durumlara gönderme yapıyorum.

Fenomenolojinin temel kaygısı, şeylerin kendilerine ilişkin betimlemeyle açıklığa kavuşturulmasıdır. Ancak 'şeylerin kendilerinin' ne olduğu, aslında yalnızca öznel canlının kendini açık etme süreçlerinde ortaya çıkar. Bu öznellik bilinçten doğar ve fenomenolojinin araştırma ve çalışma nesnesi haline gelir. Fenomen yalıtılmış bir nesne değildir, ancak göndergesel bir bağlamda durmaktadır. Bu da ön bilgiyi ya da ön bilginin ortaya çıkarılmasını ve gerçek olgudan ayrılmasını fenomenolojik analizin önemli bir bileşeni haline getirir. Dolayısıyla nesnelerin kendileri bilimin öğrettiğinden daha az, duyusal izlenimlerin aktardığından daha fazladır ve yalnızca karmaşık bir anlamın tetikleyicileri ya da eşlikçileri olarak işlev görürler. Saf fenomenlere nüfuz etmek için özel bir erişim yöntemine ihtiyaç vardır: Buna "fenomenolojik indirgeme yöntemi" denmektedir.


Bu görüşler ışığında özneler arasındaki bir iletişim ve etkileşim açısından gerçekliğin tasviri nasıl olmalıdır sorusu akla gelmektedir. Fenomenolojik indirgemenin imaj oluşumundaki katkısı ne olmaktadır? Kamu diplomasisi faaliyetlerinde neyin nasıl temsil edildiğinin Husserl’in fenomonolojisi ile açıklaması nasıl olmalıdır? Bunda taklidin (mimesis) rolü nedir?